İctihad ve makâsıd, biri diğerini
gerektiren iki vazgeçilmez fıkıh kavramıdır.
Gelişen ve değişen toplumsal şartlara koşut
olarak hukukun canlılığını koruyarak gelişmesi
ictihada; bu canlı gelişimin kanun koyucunun/şâriin
muradı istikametinde olması makâsıda riayete
bağlıdır.
Ulaşılması
hedeflenen yer anlamındaki maksıd
kelimesinin çoğulu olarak kullanılan makâsıd
terimi, kanun koyucu olan Yüce Allah’ın norm
koymadaki muradını ve hukuk düzeninden beklediği
yararları ifade eder. Bu yararlar O’nun vahyi,
hidayeti ve öğretisinden süzülüp çıkarıldığı
içindir ki, literatürde makâsıdü’ş-şârî
veya makâsidü’ş-şerîa ya da el-makâsidü’ş-şer’iyye
biçimindeki tamlamalarla kullanılmıştır.
Makâsıd en
genel bakışla, yararların sağlanması suretiyle
maslahatın gerçekleştirilmesi ve zararların
giderilmesi suretiyle mefsedetin izalesi olunca,
makâsıd ile mesâlih arasında doğrusal bir
ilişkinin varlığı göze çarpar. Hatta makâsıd,
mesâlihi kuşattığından dolayı bu iki kavram
arasında bir kaplam-içlem/umum-husus ilişkisi
vardır. Bu sebepledir ki her iki kavram da
birbiri yerine kullanılabilmektedir. Nitekim
İmamu’l-Harameyn el-Cüveynî’den (v. 478/1085)
sonra konuyla ilgili ilk derli toplu belirlemeyi
yapan el-Gazzâlî’nin (v. 505/1111) şu
cümlelerinde bu dogrusal ilişkiyi görmek
mümkündür: “Esas itibariyle maslahat, yararı
sağlayıp zararı gidermeden (celb-i menfaat ve
def-i madarrat) ibarettir. Fakat biz bu anlamı
kastetmiyoruz...Maslahat teriminden bizim
kastettiğimiz anlam, dinin amacını (maksûdü’ş-şer’)
korumaktır. Dinin insanlara ilişkin amacı ise şu
beş noktada toplanabilir: onların din, can,
akıl, nesil ve mallarını korumak...”
Keza,
nasların gâî/teleolojik yorumu konusundaki
radikal fikirleriyle tanınan hanbelî hukukçu
Necmeddîn et-Tûfî de (v. 716/1316) maslahatı
tarif ederken onun “kanun koyucunun ulaşilmasini
istedigi hedeflere (maksûdü’ş-şâri’) ileten
sebepler” olduğunu belirtmiştir.
Hukukun,
kendisinden beklenen gelişmeyi sağlaması ve
canlılığını sürdürebilmesi için, hukuku
oluşturan müctehitlerin ve uygulayan
yargıçların, işte bu finalist karakteri yani
kanunun konuluş sebebini (ratio legis) merkeze
almaları icap etmektedir. Bilindiği kadarıyla
konuyu literatürde ilk defa bu kavramlarla ele
alan el-Cüveynî’nin diliyle konuşursak “emir ve
nehiylerin maksadını tam anlamıyla kavrayamayan
kimse, din konusunda gerçeği yakalayamaz”.
Ünlü Alman hukukçu Rudolf v Jhering’in “gaye,
bütün hukukun yaratıcısıdır” cümlesi de
bu hususun bir başka dilden teyididir.
Işte bu
fevkalade işlevinden dolayidir ki, hukukun
gayelerini bilmek, bir müctehit için vazgeçilmez
bir ictihad niteligi olarak görülmüştür. Imam
Mâlik (v. 179/795), makâsid merkezli bir yorum
türü olan istihsâni ilmin onda dokuzu olarak
nitelerken;
birçok âlim, sinirli olan hüküm kaynaklarinin
sinirsiz sayidaki olaylara yetmeyeceginden
dolayi dinin genel tutum ve tümel hedeflerine
istinad eden bir bakişin zorunlu oldugunu
belirtmişlerdir.
Bu noktada daha vurgulu bir uslup kullanan eş-Şâtibî
(v. 790/1388), ictihad derecesine ulaşmanin ilk
şartinin, dinin ve hukuk düzeninin hedeflerini
tam anlamiyla kavramak oldugunu söylemiştir.
Müctehitlerin, Islam hukukuyla ilgili olarak beş
noktada gayret gösterdiklerini söyleyen Muhammed
Tâhir b. Âşûr (v. 1973), fakihin bu beş noktanin
herbirinde ama özellikle de dördüncüsünde
hukukun gayelerini bilmeye muhtaç oldugunu
belirtir:
a. Lafzî
kaideler yardimiyla şer’î nasların sözlük ve
ıstılah anlamlarını kavrayıp içerdikleri manayı
ortaya çıkarmak,
b.
Delillerarası çatışmaları gidermek,
c. İlleti
tesbit yollarından biriyle sabit olan illeti
gözönüne alarak naslarda hükmü belirtilmeyeni
belirtilene kıyas etmek,
d. Naslarda
hükmü açıklanmayan ve kendisine kıyas
yapılabilecek bir benzeri de bulunmayan olayları
çözümlemek,
e.
İnceleyip de illet ve hikmetini tam olarak
belirleyemediği konularda yetersizliğini
kavramak.
İslam
hukuku normlarının asırlar ve nesiller boyunca
sürekliliğini sağlama görevini alan fakih, işte
bunun için kanun koyucunun esas maksadını ve
ulaşmak istediği hedefleri bilmek durumundadır.
“Söylemeye lüzum yoktur ki, bir kanunun ihtiva
ettiği hükümler birer illete bağlıdır ve bunları
birer asla irca mümkindir. O asıllar ki bir
silsilei külliyat halinde o kanunun mantığını
teşkil eder”
diyen Ali Himmet Berki (v. 1976), işbu hukuk
mantiginin gözardi edilmesi durumunda bekleyen
tehlikeye de şu cümleleriyle dikkat çeker:
“Hukukî muamele ve münasebetleri kuru ve
mücerred nazariyelerle yürütmek mümkin değildir.
Tatbikatın gözle görülecek kadar bariz ilhamları
vardır. Kanun koyucular, hakimler bunları nazara
almak zorundadırlar. Bu icabları ihmal eden
kanunlar, sahifeler üzerinde kalmağa, ve bunları
muhakeme ve hükümlerinde gözönüne almayan
hakimler muvaffakiyetsizliğe mahkumdurlar.”
Makâsıd/mesâlih
eksenli çözümleme biraz da, soruna, somut hukukî
olay veya işlemin yaşandığı yer ve bağlamda
muhatap olan bir faal İslamî şuurun çözüm
bulabilmede gayret sarfetmesi demektir. Nitekim
el-Cüveynî, “İstıslâh ilkesinin son tahlildeki
hedefi, meseleyi çözümleme görevini, o meselenin
sahibine havale etmektir ki bu, şerîatın güzel
yönlerinden biridir” demektedir.
Hz.Ali’nin (r.a) Yemen’e gönderilmesi sırasında
Hz.Peygamber (s.a) ile aralarında geçen şu
konuşma, bu gerçeğin ilk ağızdan teyidi anlamını
taşımaktadır:
- “Ey
Allah’ın Elçisi! Beni gönderdiğin o yerde
çözümlenmesi gereken bir olayla karşılaştığımda
basma kalıp gibi mi (kessikketi’l-muhammât)
olayım, yoksa olaya şahit olan, orada hazır
bulunmayanın görmediğini görür mü?
- Elbette
ki hazır bulunan, bulunmayanın görmediğini
görür.”
Buraya
kadar anlatılanlar benimsendikten sonra geriye
şu sorulara cevap aramak kalmaktadır: İyi güzel
de şâriin maksatları, emir ve nehiylerin
hedefleri, kısacası hukukun teleolojik değeri
nasıl bilinecek? Bu belirlemeyi yaparken
elimizde hangi ölçütler bulunmaktadır? Bu arada
izafîlik tehlikesi ne oranda vardır?
Şunu hemen
belirtelim ki, müslüman müctehitlerin eliyle
gerçekleşen makâsıd yorumu, belli ilke ve
ölçülere bağlı olmuştur.
Mezkur ilke ve ölçüler, hem maslahat-mefsedetin
belirlenmesinde hem de bunlara işlerlik
kazandırmada müctehidi sınırlandırmıştır. Büyük
ölçüde hukuk düzeninin bir bütün halinde tek tek
incelenmesinden/istikrâsından elde edildiği
içindir ki bu kıstaslar, hukuk düzenine hakim
tümel önkabuller/küllî müsellemât konumundadır.
Dolayısıyla benimsenmemeleri de birçok tikel
çözümlemenin benimsenmemesi anlamına gelir;
tıpkı verilere dayalı bir istatistiksel sonucu
benimsememek gibi.
Maslahatı
dolayısıyla makâsıdı ölçü alan ictihadın bağlı
olduğu ilkeleri tek tek ele almadan önce altını
çizelim ki, hukukta şekil ve nizamı korumak, bir
hukuk düzeninden bahsedebilmek için son derece
önemlidir. Hukuk normunun lafız dizgesini
zorlayan yorumlar, bizzat o hukukun başta
emniyeti sağlama olmak üzere fonksiyonlarını
işlevsiz hale getirir. Bilindiği üzere hukuk,
ölçüsüzlüklerin ve keyfîliklerin tam karşısında
yer alır. “Binaenaleyh belirli bir yöntem ve
felsefeye göre vücut bulan normlar olmaksızın,
büyük bir özenle düzenlenmiş bir hukukî prosedür
olmaksızın, hukukî işlemlerde şekil mecburiyeti
kabul edilmeksizin layıkı vechile herhangi bir
‘hukuk düzeni’ tasavvur edilemez. Dolayısıyla
hukuka sık sık yöneltilen
formalizm=şekilperestlik suçlaması karşısında
bir kere daha düşünülmelidir. Şekillerden
bağımsız bir pozitif hukuk olamaz; fakat
şekilperestlikte de aşırılığa izin verilemez.”
Ruhun bekası için nasıl ki bedenin korunmasına
ihtiyaç varsa, nassın ruhuna itibar için de
lafzın korunmasına ihtiyaç vardır.
Kur’ân’ın doğru anlaşılmasının onun lafzıyla
yakından ilgili olduğuna Şâtıbî de bir çok yerde
dikkat çeker.
Bu başat
ilkeden hareketle; neyin maslahat/yarar, hangi
şeyin de mefsedet/zarar olduğuna, hikmet sahibi
kanun koyucu değil de kanunu uygulamakla yükümlü
olan birey
tek başına karar verecek olursa, zikri geçen
maslahat-mefsedet kavramlarının içeriklerinin
izafîliğinden dolayı
kanun koyucunun muradı, buharlaşma tehlikesiyle
karşı karşıya kalır. Bu durumda beşerî
belirlemeler, hukuk düzenine, belirleyenlerin
hevalarının ve geçici arzularının hakim olması
sonucunu doğurur.
Tam da bu noktayla ilgili olarak Şâtıbî şu
tesbitlerde bulunur: “Dînî açıdan celbedilen
maslahatlarla defedilen mefsedetlerdeki amaç,
âhiret hayatı için dünya hayatının gereklerini
temin etmektir. Yoksa bireylerin kendi basit
nefsânî yararlarını temin veya nefsânî
zararlarını gidermek değildir. Din, başka bir
şey için değil, sadece mükellefleri hevalarına
kapılıp gitmekten korumak ve dolayısıyla
Allah’ın kulları olmalarını temin için
gelmiştir. Hal böyle olunca dinin, bireylerin
nefsî heva ve arzularına uygun, nasıl olursa
olsun onların aktüel menfaatlerini karşılayan
bir doğrultuda geldiğini varsaymak, bu gerçekle
bağdaşmaz. Yüce Rabbimizin şu buyruğu bu meyanda
çok açıktır: ‘Eğer gerçek, onların arzu ve
emellerine uyacak olsaydı, şüphesiz gökler ve
yer içindekilerle beraber yıkılır giderdi’
(el-Mü’minûn 23/71).”
Bu noktada
durup fıkıh tarihine dönüp baktığımızda,
normatif nasların anlaşılması konusunda, hadd-i
vasatı temsil eden büyük çoğunluk yanında iki
ucun oluştuğunu görüyoruz. Bunlardan birincisi,
daha çok klasik dönemlerde kendisini göstermiş
olan radikal zâhiriyye akımı; ikincisi ise daha
çok modern zamanlarda sahne alan radikal
tevilciler ve tarihselcilerdir. Öncekiler,
nasların belirlediği hukuk çözümlemelerinin
makul gerekçelere ve makâsıd merkezli açılımlara
sahip olduğunu reddettikleri için bu nasların
literal anlamıyla yetinip kıyas ve istıslâh
ictihadına
sırt çevirmişlerdir. İkinciler yani radikal
tevilciler ise tam tersi bir tavırla, nasların
literal anlam örgüsünü hiçe sayıp, o naslardan
kendilerinin göreceli olarak çıkardığı içi boş
izâfî genel yaklaşımlarla hüküm vermeye
çalışmışlardır.