Felsefenin yapısı ve işlevi/işlevleri, kültürün, tüm öğeleriyle
boyutlandırılmasında temel nitelikli itici gücü oluşturmaktadır. Çünkü
felsefe bir çatı ya da çerçeve olarak temelde ve tepede olduğu için, günlük
yaşamı, bilimi, sanatı düşünümselleştirmektedir (= "reflexion"un konusu
kılma).
İnsan dünyasının tümüyle “sorunlaştırılması", sadece "yaşama" ile
yetinilmemesi, her türlü varolana belli bir uzaklıktan bakılması anlamına
gelmektedir. Kendisi de içinde olmak üzere her türlü varolana belli bir
uzaklıktan bakabilen insan artık bir "özne"dir. İnsanın "özneleşme"si
oranında öteki varolanlar da “nesneleşmek"tedir. Özne-nesne geriliminin bir
başka anlatımı ise, -iç içe geçmelerle- bir yönüyle birey-toplum ilişkisinde
(= yaşama kesiti), bir diğer yönüyle de tekil-tümel ilişkisinde (=
düşünsel/mantıksal olan, dilsel kısaca bilgisel olan) daha soyut bir biçimde
kendini göstermektedir. Bu bağlamda öne çıkarılması gerekenler de "birey",
"özne", "toplumsal yaşam", "tekil", "tümel" kavramlarıyla, bu kavramların
dolayımında kendisi olan "Avrupa"dır. Ayrıca "iç" ve "dış" dinamiklerle olan
ilişkileri de Avrupa'nın kendisini oluşturmasında bir bakıma etkili
olmuştur/olmaktadır.
Öznenin doğum yeri: Avrupa
Avrupa, "öznenin doğum yeri olarak" (1) kendisini kuşkusuz kendisi olmayanla
kurmuştur. Ancak kendisi olmayanla ilişkisi, belli bir kuramsallığı ya da
düşünümselliği hiçbir zaman gözardı etmeden, belli bir süreklilik içinde
gerçekleşmiştir denilebilir. Çünkü kuram ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi,
bireysel-tekil-somut varoluşun yapısal özelliklerini de dikkate alarak hep
yeniden kurmayı gündeminde saklı tutan Avrupa, Herakleitos'tan,
Aristoteles'ten Heidegger'e kadar birbiriyle örtüşen/örtüşmeyen düşünceler
toplamı olarak kendini kurmayı
başarmıştır.
Avrupa bir bakıma Remi Brague'ın da (2) üzerinde durduğu gibi, kendisi
olmayan üzerinden kendini kavramanın örneğini vermiştir. Bu anlamda Avrupa
tıpkı bir özne gibi davranmıştır. Çünkü insani bireyin kendisini özne olarak
duyumsayabilmesi için kendisi olmayana, kendisi gibi olmayana uzanması
gerekmektedir. Avrupa, somut ve düşünsel anlamında tüm dünya kazanımlarını
kendine özgü içsel gücüllüğüyle yoğurabilmiştir. Avrupa 'nın düşünce üreten
bir bütünlük olarak Eski Yunan'dan ne denli çok şeyi aldığını ve
içselleştirdiğini biliyoruz. Bu noktada, Avrupalılar İslam kimliğiyle çokça
öne çıkarılan düşünürlerden, filozoflardan pek az şeyi devralmışlardır.
Çünkü düşünsel-mantıksal bir çatı, çerçeve olarak kendini kuran felsefi
söylem, eğer birbirine eklemlenen halkalar toplamı olarak düşünülebilirse,
bu bağlamda örneğin Aristoteles, Porphyrios ve Boethius aracılığıyla sonraya
taşınmıştır. Ortaçağ, Antikçağ’ın mantık mirasını onlar aracılığıyla
kendisinin kılmıştır. Bu düşünsel devinim olmasaydı, bilim dünyasında büyük
ölçüde yaşanan kopukluk felsefe dünyasında da yaşanırdı ve örneğin
Ortaçağlılar, kendilerine özellikle ontoloji bağlamında sunulan felsefi
mirası yeterince değerlendiremezlerdi. Ama onlar, çerçeveyi biliyorlardı; bu
çerçeve onlara çok olağan bir biçimde ulaşmıştı.
Ortaçağlılar, Aristoteles 'in Organon 'unu Porphyrios ve Boethius'un
çevirileri ve yorumları aracılığıyla tanıyorlardı ve yoğun bir tartışmanın
içindeydiler. Bu tartışmanın adı "tümeller tartışması"ydı. Bu tartışmayı çok
önemsiyorum; çünkü bir şeyi sorunlaştırmak demek, o şeyin kendisi (= tekil)
ile o şeye ilişkin düşünsel olan (= tümel, kavram) arasındaki ilişkiyi
oluşturmak ya da bu çerçevede oluşturulmuş yaklaşımlar üzerinden tartışmaya
katılarak yeni doğrultular ortaya koymak demektir. Tekil-tümel ilişkisini
her yönüyle tartışmaya - neredeyse tüm yaşamını- adamış olan Ortaçağlılar,
başlangıçta doğanın bir sorun alanı olarak gözlerinin önünde bulunduğunu tam
olarak kavrayamasalar bile, benimsedikleri düşünsel tutumla, daha sonra bu
kavrayışı gerçekleştirebileceklerinin bir bakıma ip ucunu vermişlerdir. İşte
tam da o noktada bilimsel devrim başlamıştır denebilir.
Toplumsal gelişmeler de bu gelişmeyle koşutluk içindedir. 12. yüzyıldan beri
ticaretin gelişmesiyle, tecimsel değiş tokuşun ivme kazanmasıyla birlikte,
eğitimden pay almanın gerekliliği kendini açıkça göstermiş ve kent ortamında
gelişen yaşamsal çeşitlilik, bireyin kendini -giderek- özne olarak
algılamasında belirleyici olmuştur. Din okullarına bir seçenek oluşturan
üniversiteler özellikle 13. yüzyılda sözlü ve yazılı kültürün üretildiği
yeni merkezlerdir. Düşünce akrabalıkları sınır tanımaz bir dururuma gelmiş,
Paris merkez olmakla birlikte, uzunca bir süre çeperde (= periferide) kalan
kişiler ve kurumlar, etkilerini duyumsatmaya başlamışlardır. Bu durum, adcı
(= nominalist) ontolojinin cisimleşmiş olmasından başka bir şey değildir.
Philosophia perennis'te kendine yer bulan filozoflar, düşünsel,
kışkırtıcılıklarıyla ama temkinli adımlarla düşünsel dönüşümlerin de
yaratıcısı olmuşlardır. Augustinus'a, Abelardus'a, Aquinas'a, Ockham'a bu
gözle bakmak gerekiyor.
Hareketin öncüleri
Tüm Ortaçağlılar'ı aynı çekmeceye tıkıştırmak, kolayı ve yüzeysel olanı
seçmekten başka bir şey değildir. Bu, aynı zamanda gerçekliğin doğasına da
aykırıdır. Ayrıntıların, varlıksal ayrılıkların "özgül ayrımlar" olarak
başka bir deyişle "tümel" çatısı altında sabitleştirilmesi, bilginin yolunu
açmıştır. Bu da Aristoteles'in dile getirdiği gibi "asıl bilginin tümelin
bilgisi olduğu" izleğinin canlı tutulmasından başka bir şey değildir.
Augustinus'ta, Abelardus'ta, Ockham' da ve daha birçok filozofta özgün
söylemlerin taşıyıcısını bulan Ortaçağ felsefesi, adcı ontolojinin etkisiyle
doğanın kitabını -başlangıçta yavaş olmakla birlikte- kutsal kitaba tercih
etmeye başlamıştır. imgelemin, aklın modern kullanımının yavaş yavaş kendini
göstermesiyle birlikte, birbiri ardınca giden kırılmalar, bölünmeler
yaşanmaya başlanmıştır. Dinsel bağlamdaki bölünmeler, yeni yaşama
biçimlerini amaç olarak ortaya koyma girişimleri, eskiye meydan okuma, yeni
mantık arayışları, öznenin özgürleşmesi (= emancipation), yeni yazma
biçimleri, yerelliğin, sıradüzensel (= hiyerarşik) olanın, kapalı, sınırlı
ve sonlu olanın yavaş ama, emin adımlarla aşılması çabalan peşpeşe kendini
göstermeye başlamıştır. Bu edimlerin özneleri kimler mi? Hemen birkaçını
söyleyebilirim: yukarıdaki kimi adlara ek olarak, Roger Bacon, Rabelais,
Montaigne, Francis Bacon, kimi yönleriyle Descartes... Hepsi başka
bağlamlarda da olsa, gerçeği "kendinde ve doğanın büyük kitabında"
(Descartes) kendileri ve başkaları için anlamlı kılmaya çalışmışlardır.
Francis Bacon insanı özne olarak, dünyayı nesne olarak kurmanın yollarını
göstermiştir Novum Organum'da. Doğa ile olan ilişkisinde bir "homo minister
et interpres" (= hizmetkar olan ve yorumlayan insan) olarak alımlanan insan,
bilginin dünyayı dönüştürmede vazgeçilmez bir güç olduğunu kavramıştır Bacon
'la birlikte. İnsanı, bir akıl, imgelem ve bellek varlığı olarak gören
Bacon'ın söyleminde en çok yinelenen sözcük "yeni" ve "yenilik"
sözcükleridir (3). Evren tablosu değişmiştir artık: evren,' çokmerkezli (4),
sonsuz ve sınırsızdır.
HangiAvrupa?
İnsan gerçekten de imgelemini sınırsızca kullanan bir varlıktır. Ütopyaları
başka türlü nasıl anlamlandırabiliriz? Alışılagelmiş bir Ortaçağ okumasıyla,
aklını yetkenin ve usta-çırak ilişkilerinin içine uzunca bir süre
kapatanların, ütopyalar ortamında olsa da artık "kendisi olmaya" başladığına
tanık olunmuştur. Bu dünyanın değerini kavrama (= seküler ve laik tunum)
öznenin sadece bilen bir varlık olarak değil, eyleyen bir varlık olarak da
yeniden konumlandırılması, süreklilik içeren düşünsel atılımlar toplamının
eleştiriyle birlikte Rönesans'tan ivme kazanmıştır. Kendisinin bilincinde
olan Avrupa coğrafyası, kültürel sınırları kolay bir biçimde çizilemeyen,
tüm dünyaya yayılmış olan bir düşünce ağı oluşturmuştur. Bu oluşum içinde
zaman zaman kendine ayna tutmayı, kendini bir "sorun" olarak görmeyi de
başarmıştır Avrupa. Yaklaşık olarak son yüz elli yıldır, özellikle insan ve
toplumbilimlerinin gelişimi sürecinde böyle bir görevi içselleştirmiş olan
bir Avrupa ile karşı karşıya olmadığımızı kim iddia edebilir? Avrupa, tüm
dünyaya bilinç taşımıştır. Ama sormadan edemiyoruz yine de: hangi Avrupa?
Hiç kuşkusuz kendini sadece "animal vitale" olarak gören ticaretin,
tacirlerin Avrupası değil, çoğun onların temsilcisi olan politikacıların
Avrupası değil; tam tersine, filozofların, düşünürlerin, gerçek
entelektüellerin Avrupası. Boş retoriğin tuzağına düşmekten kaçınmak
istiyorsak, bu ayırımı yapmak zorundayız. Gerçek anlamda Avrupa'nın ve
gerçek anlamda Avrupalı'nın tüm dünyaya eleştirel tutumuyla yayıldığını,
"zehir" üretenlere "panzehir"le yanıt verme görevini üstlendiğini görüyoruz.
Dünyanın geri kalan kesimine de bu düşünce ve tutumu içselleştirmek düşüyor;
çünkü kısır çekişmelerin ve dayanağı olmayan sözde eleştirelliklerin kimseye
yararı yok. Gerçek anlamda eleştiri, ayrıntılara dayanır; öyleyse yeni bir
duyarlıkla ve okuma edimiyle yeniden Avrupa (5) ya da çokça dendiği gibi,
"Batı" gerçeğine yönelelim. Avrupa kendini kendisi olmayanla ilişkilendirip,
tekil-tümel geriliminde, dış dünya (= geçmişe ve şimdiye ilişkin olarak)
düşünme geriliminde bir başka deyişle, tekil/bireysel-tümel/evrensel
geriliminde kurmayı sürdürüyor. Bu çabaya katılan herkes gerçek anlamda
yönelen ama yönlendirilmeyen öznedir, moderndir ve Avrupalı'dır.
DİPNOTLAR
1) Betül Çotuksöken, "Avrupa: Öznenin Doğum Yeri", Doğu-Batı Düşünce
Dergisi, (Avrupa Özel Sayısı), Sayı: 14, Felsefe Sanat ve Kültür Yayınları,
Ankara, 2001, s.47-52.
2) Ayrıntılı bilgi için bkz. Remi Brague, “Avrupa: Roma Yolu", Çeviren:
Betül Çotuksöken, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1995.
3) Jean-Claude Margolin, "L'idee de nouveaute et ses points d'application
dans le Novum Organum de Bacon", Francis Bacon, science et methode, Actes du
Lolloque de Nantes, edites par Michel Ma1herbe et lean-Marie Pousseur,
Librairie Philosophique J. Vrin, Paris, 1985, pp.1l-36.
4) Ayrıca bu "çokmerkezlilik", Nicolaus Cusanus'tan beri bilinmektedir.
5) Bu konuda son derece zengin bir literatürün olduğunu da gözden
kaçırmayalım.