Bazı DEHAP yöneticilerinin kesinleşen mahkumiyeti Türkiye
siyasetini yeni bir açmazla karşı karşıya bıraktı. Şimdi
uzmanlar, siyasetçiler ve sıradan vatandaşlar ortaya çıkan bu
garabetin nasıl üstesinden gelineceğini kara kara
düşünüyorlar. Ben bu meselenin herkesin ilgilendiğinden farklı
ve daha derin bir yanıyla, işi bu noktaya getiren hukuk
anlayışının ve ona bağlı hukuk siyasetinin ne anlama
geldiğiyle, ilgileniyorum.
Kanaatimce, bu olayda bizi asıl düşündürmesi gereken veya hiç
değilse şimdi farkına varmış olmamız gereken şey, bu akıl
dışı, hatta abes denebilecek durumla karşı karşıya gelmiş
olmamızın kaçınılmaz olup olmadığıdır. Hemen söyleyeyim ki,
son yıllarda, hukuk uygulamasıyla ilgili olarak bu ve buna
benzer daha bir sürü "deli saçması"yla uğraşmak zorunda
kalmamız, demokratik dünyanın tecrübelerinin de açıkça
gösterdiği gibi, hiç de kaçınılmaz bir kader değildir. Bu
durum, devlet-toplum ilişkilerine temelden yanlış bir bakışın
belirlediği bir hukuk çıkmazının bariz bir yansımasıdır,
yanlış bir hukuk tekniğinin bize "armağan ettiği" bir
komplodur. Bu marazi bakışı, kısaca, devlet seçkinlerinin
baştanbaşa sivil ve kamusal alanı kontrol etme ihtirası ve
hukuku bu ihtirasın basit bir aracı haline getirme kararlılığı
olarak tanımlayabilirim.
Yürürlükteki siyasi partiler kanunu bu zihniyetin en tipik
yansımalarından biridir. Bunu zaten öteden beri biliyor, yazıp
söylüyorduk; bu son olay bu bilgiyi teyit eden yeni bir
gelişmeden başka bir şey değildir. Benzeri hiçbir demokratik
ülkede bulunmayan bu kanun, "demokratik siyasi hayatın
vazgeçilmez unsurları" oldukları söylenen siyasi partileri
aslında sıradan bir "devlet organı" haline getirme çabasının
ürünüdür. Bu kanunu yapanların sahici amacı siyasi partileri
hukuki bakımdan güvenceye kavuşturmak değil, fakat onları
emir-komuta altına almaktı. Bütün partilere hem ideolojik hem
de örgütsel olarak tek-tip bir kalıp giydirmeye çalıştığı
için, son derece ayrıntılıdır ve partilere kendilerini
ayrıştırma imkanı tanımamıştır. Ayrıca, kazuistik yöntemin
açmazlarından birini daha yakıcı bir şekilde göstermiş olması
bakımından, bu kanun hukuk tekniği açısından da öğreticidir.
Çünkü, akla gelebilecek bütün ihtimalleri nazara alma tutkusu
kanun koyucuyu "genel ve soyut" kurallardan uzaklaştırdıkça,
uygulamanın karşımıza öngörülemeyen ihtimallerin (somut
durumların) komplosunu çıkarması kaçınılmazdır.
Acı olan, bugün karşı karşıya kaldığımız abes durumun bile,
pek az kişiyi, yürürlükteki kanunun genel "hikmeti"nden şüphe
etmeye götürüyor olmasıdır. Çoğu kimse mahut kanunun sadece
bugünkü soruna neden olan yanı üzerinde duruyor, konunun
sakatlığını bu noktaya -veya buna benzer başka birkaç cüz'i
noktaya- inhisar ettiriyor. "Bir parti seçime girmek için
neden şu veya bu sayıda ilde örgütlenmek zorunda olsun" diye
haklı olarak soranlar var. Ama, meseleyi daha geniş bir
perspektif içinde görüp de, mesela neden siyasi partilerle
ilgili olarak bir "çerçeve kanun"la yetinmediğimizi pek soran
çıkmıyor.
Dahası, siyasi partilerle ilgili belli-başlı anayasal
güvencelerin bulunması şartıyla, siyasi partileri düzenleyen
bir kanuna aslında hiç ihtiyacımız olmadığını neden gündeme
getirmiyoruz? Neden, siyasi partiler kanunlarının anayasal
demokrasilerde bir istisna olduğu gerçeği bizim için bir şey
ifade etmiyor? Hepsi bir yana, yürürlükteki kanunun ana
çatısının askeri yönetim döneminde kurulmuş olması bile bizi
kuşkulandırmaya yetmiyor mu? Bu konularda kafalarımızda soru
işaretleri olmamasının nedeni, bizim de devlet seçkinleri gibi
"yasaklamanın esas, özgürlüğün istisna olduğu"na kâni olmamız
olmasın?...
Evet ben bir demokrasinin siyasi partiler kanununa ihtiyacı
olmadığı düşüncesindeyim. Çünkü, hepsi bir yana, partileri
kanunla düzenlemek demek, onların kendi işlerini doğru dürüst
yönetemeyeceklerini düşünmek demektir. Bu ise bir siyasi parti
oluşturmak üzere bir araya gelen yurttaşların kendi amaçlarını
ve nasıl örgütleneceklerini bilecek kadar aklı-başında özneler
olmadıklarını kabul etmekle aynı şeydir. Ayrıca, bunun siyasi
partilerin demokratik bir siyasetin aslî ve vazgeçilmez
unsurları olduğu düşüncesiyle bağdaştığını da sanmıyorum. Öyle
değil mi, siyaset ve anayasa teorisi kitaplarında onlara ne
kadar da çok demokratik işlev yüklüyoruz!...
Sivil işleri kanunla düzenleme eğiliminin Kıt'a Avrupası kadar
güçlü olmadığı Amerikan hukuk uygulamasından bir örnek belki
bazılarımızın zihninde bir soru işareti doğmasına yardım
edebilir. Bakınız, Amerika'da siyasi partilerin ön seçim
mekanizmalarına ilişkin bir eyalet kanunuyla ilgili 1987
tarihli bir mahkeme kararında ne deniyor: Bir eyaletin seçim
kanunu partilerin seçim komitelerini kamu organları olarak
nitelemiş olsa bile, "gönüllü siyasi örgütlenmeyi yasama
yoluyla devletin bir kolu haline getirmek suretiyle bir
eyaletin bununla ilgili (anayasal) hakları ortadan
kaldırabileceği görüşünü reddediyoruz."
Mahkeme siyasi partilerin iç işleyişini düzenleyen kanunların
"partilerin kendilerini istedikleri gibi yönetme hakkını
zedelediği"nden bahisle şu mealde devam ediyor: Partilerin
kendi yönetim yöntemini seçmeleri, bu gibi düzenlemeler
partilerin yararına olsun olmasın, eyaletin (devletin)
verebileceği bir karar değildir. Seçimlerin düzenli olmasında
devletin yararı bulunmakla birlikte, aynı durum partilerin
düzene sokulması bakımından söz konusu değildir. Devletin
partileri kendi yaptıkları olumsuzluklardan korumakta hiçbir
hukuki menfaati yoktur. Partilere bu amaçla yapılacak
müdahaleler ifade özgürlüğü hakkının ihlalidir.
Bu arada şunu da hatırlatmakta yarar var: Amerikan anayasası
siyasi partiler için açık güvence öngörmüş olmadığı halde,
mahkemeler böyle yorum yapabiliyorlar. Kararda sözü edilen
anayasal hak da Anayasanın Birinci Değişikliği'nde güvence
altına alınan genel örgütlenme ve ifade özgürlüğü hakkıdır.
Türkiye'deki hakim anlayış hukuku "hikmet-i hükümet"in gereği
olan bir "yasaklar toplamı" olarak görmekten vazgeçip bir
"güvenceler sistemi" olarak algılamaya başlamadığı sürece,
böyle daha çok akla ziyan durumlarla karşılaşırız.