14 Temmuz 1789’un akşam saatlerinde, devrin Fransa kralı XVI.
Louis, günlüğüne aynen şöyle yazmıştı; “bugün, kayda değer
hiçbir şey olmadı”. XVI. Louis bu satırları yazdıktan hemen
sonra aynı gün, dünya tarihinin dönüm noktalarından birini
teşkil edecek Fransız İhtilali patlak verdi. Bu tarih; I.
Dünya Savaşına kadar uzanan bir çok alanda köklü değişimlerin
temelini oluşturan bir zaman kavşağıdır.
11 Eylül 2001 sabahı da, bir çokları için, kayda değer hiçbir
şeyin yaşanmayacağı bir güne rastlıyordu. Ancak düşünülenin
aksi oldu; yaklaşık iki saat içerisinde patlak veren
gelişmeler, deyim yerindeyse dünyayı alt üst etmeye yetmişti.
New York’taki ikiz kulelere ve ABD’nin güvenlik beyni olarak
nitelendirilen Pentagon’a düzenlenen uçak saldırıları ve bu
saldırıların etkileri, bir anda dünya kamuoyunun gündemine
oturdu. İlk etapta, nasıl olduğunun ve kimler tarafından
yapıldığının anlaşılmasını bırakın, hatta olayın ne olduğu
temelinde işleyen tanımlandırma sorunsalı bile halledilmiş
değildi. ABD’nin; kendi içinde, düzenlenen saldırıların nasıl
meydana geldiğini algılaması ve saldırganların tespit
edilmesiyle olayın sır perdesinin aralanması, bir başka
düzlemde; dünyanın geri kalanı için yeni bir muamma doğurdu.
Jacques Derrida’nın söylediği gibi; tarihte, epistemolojik
kopuşlar gerçekleşmiyordu belki, fakat tüm insanlık, fay
hatlarıyla çevrili bir tarihsel zeminde, tahayyül edemediği
derin kırılma noktalarının birleştiği bir yeryüzünde
yaşıyordu. 14 Temmuz tarihi, bu savı doğrulayacak en açık
göstergelerden biridir. Peki ya 11 Eylül? Tarihsel bir moment
noktası mı, yoksa sadece büyük bir terör olayı mı?
Bu soruların birincisi lehine verilen yanıt; gelecek yüzyılın
yükselen değerlerinin ne olacağının belirlenmesi açısından
büyük önem taşıyor. Dolayısıyla; asıl sorunsal, böyle bir
hadisenin salt savaş cephesinde yankılanan çığlıkları değil,
aynı zamanda ve daha güçlü biçimde kendini hissettirebilecek
olan uzun erimli, küresel ölçekli sonuçlarıdır. Bir zamanlar,
Fransız İhtilali ile yerleşen ve Batı’nın etnosentrik biçimde
sahiplendiği evrensel değerler, uzun soluklu savaşların acı
deneyimleriyle ortaya çıktı ve belki de, o devirde verilen
mücadeleler sırasında, bu türden bir küresel ölçekli düşün
akımının boy vereceği hafızalarda kayıtlı değildi. Bugün de,
savaşın acı dersleriyle kendine bir yol çizme çabasında olan
insanlar, belli değerlerin oluşmasına aynı biçimde katkıda
bulunabilecekler mi? Yoksa tarih, hep güçlünün yazdığı bir
zaman vesikası olarak geleceğin zihinlerine taşınmaya devam mı
edecek?
Bilindiği gibi; Fransız Devrimi’nde giyotine gönderilenler
arasında köylü sınıf çoğunluktaydı. Ancak; devrim, sonuçta
burjuvaziye endekslenmiş bir tarihsel olay olarak kayıtlara
düştü. Başka bir deyişle, değerlerin oluşmasına giden yolları
açan köylü sınıf olurken, burjuvazi; oluşan değerleri yayma ve
dağıtma işlevi gördü. Bugün; 11Eylül’de, Kapitalizmin nabzı
olarak görülen ikiz kulelere yapılan saldırılarla,
Küreselleşmenin miyadını doldurduğu şeklindeki iddialar
güçlenmeye başladı. Ancak; tam aksine, Küreselleşme farklı
biçimlerde yayılma hızını sürdürerek kendini yeniden üretmeye
başladı. 11 Eylül Saldırısı’nın hemen akabinde, terörizmin
yeni bir tanımının yapılmasına duyulan ihtiyaçla eş zamanlı
biçimde türeyen yeni küresel değerler bunun en açık
ifadesidir. ABD’nin kuruluşundan bugüne, politikalarını
uygularken izlediği pragmatik felsefe 11 Eylül Olayı’nın
ardından da kendini göstermekte gecikmedi. Bu söylem, 11
Eylül’ü bizzat ABD’nin yaptırdığı şeklindeki spekülasyonla
asla ilintili değildir. Ancak; şu çok açıktır ki; ilk etapta
11 Eylül ABD’ye daha önceden planlanan bir takım
politikalarını hayata geçirmesi için bulunmaz fırsatlar sundu.
Ama bu fırsatlar silsilesi geri tepmeye başladı bile.
11 Eylül’den yaklaşık bir ay sonra Washington yönetimi, bir
anda Afganistan’a ve bu ülkede bulunduğu öne sürülen, ama hala
yakalanamayan El-Kaide terör örgütünün lideri Usame Bin
Ladin’e karşı büyük bir operasyon düzenledi. Amiyane bir
tabirle, öküz altında buzağı aramak gibi bir paronoid
dürtüyle, dağı taşı bombalayıp, maliyeti yöre halkının tüm
gelirinden daha pahalı patlayıcılarla Taliban yönetimini
alaşağı etti. Afganistan Operasyonu’nun üzerinden çok geçmeden,
bir diğer mücadele zemini, El-Kaide ve Ladin’le bağlantısı bir
türlü kesin bir delille aydınlatılamayan, ama kitle imha
silahlarına sahip olduğu güçlü biçimde iddia edilen Saddam
rejiminin Irak topraklarına karşı oluşturuldu. 11 Eylül’den
bir yıl sonra 15 Eylül 2002’de, George W. Bush’un açıkladığı
Ulusal Güvenlik Stratejisi’nin (National Security Strategy)
bir gerekçesi olarak düzenlenen Irak Operasyonu; Afganistan’a
nazaran, daha sınırlı sayıda bir destekle, fakat çok daha
kararlı biçimde tertip edildi. Bugün ABD’nin Irak batağında
çıkmaza sürüklendiği iddiası; herkes tarafından ifade
edilmektedir. Ancak; dikkat çekilmesi gereken önemli bir
ayrıntı da şudur ki; Afganistan Savaşı’ndan sonra, ABD’nin
operasyon düzenleme ihtimali olan ülkeleri sıraladığı liste
hayli kabarıktı. Kimileri, ilk hedefin Irak olacağına kanaat
getirirken, diğer bir kesim; İran, Suriye ve hatta K.Kore gibi
ülkelerin hedef tahtasında baş sıraları paylaşacağını
vurguluyordu. Nitekim; George W. Bush’un 29 Ocak 2002’de
Kongre’de yaptığı konuşma sırasında belirttiği Şer Ekseni’ne (axis
of evil) dahil edilen ve “haydut” diye nitelendirilen
devletler (rogue states), az önce anılanlarla
kesişiyordu. Operasyonun adresinin Irak olacağının
kesinleştiği sıralarda, bir sonraki adresin İran ve Suriye
olacağı hakkındaki spekülasyonlar da yaygınlık kazanıyordu.
Bunun da ötesinde; Washington yönetimi, Şam ve Tahran
hükümetlerini kitle imha silahları ve El-Kaide üyeleri
konusunda sert bir dille uyarmıştı. Fakat bugün geldiğimiz
noktada, ABD’nin Irak’ta bir türlü istediği rejimi tesis
edememesi sebebiyle artık Suriye ve İran’a operasyon
düzenlemesi olasılığı da kaybolmaya başladı.
Son günlerde, Irak Cephesi’nde yaşanan gelişmeler; ABD’nin,
savaşı başka topraklarda da yayabilecek gücü kendisinde
bulabileceğine yönelik spekülatif değerlendirmelerin aksine,
bir çıkmazda olduğunun en açık delili olarak gösterilebilir.
11 Eylül, dünya kamuoyunun gözünde canlandığı ve Washington
yönetiminin tasarladığı tarzda, ABD’ye büyük fırsatlar
sunmadı. Amiyane tabirle, “evdeki hesap çarşıya uymadı” ya da
“yanlış hesap Bağdat’tan dönmek üzere” .