GENEL OLARAK
Yargının ana işlevi “adaletin gerçekleşmesini” sağlamaktır. Avrupa
Komisyonu ve Liberal Düşünce Topluluğu’ nun işbirliğiyle yapılan
yakın zamandaki bir kamuoyu araştırmasında sorulan, Türkiye’ de
mahkemeler, kanunları adil ve tarafsız olarak uyguluyor mu ?
sorusuna araştırmaya katılanların %64,5 uygulanmadığı, %21,2
uygulandığı cevabını vermişlerdir. Bu oranlara göre halkın 1/5’ i
mahkemelerin verdiği kararları adalete uygun ve tarafsız bulmakta,
3/5’ ini oluşturan büyük bir çoğunluk mahkeme kararlarını adil ve
tarafsız bulmamaktadır. Fikir belirtmeyenlerin oranı ise % 14,3’
tür. Yine aynı araştırmaya katılanların % 47,8’ i mahkemelerin
insan haklarını ihlal ettiğini, %32’ si ise ihlal etmediğini
belirtmişlerdir. Bu araştırmanın sonuçları Türk Yargısının çok
ciddi ve kronik sorunlarla malul olduğunu göstermektedir. Ayrıca
hukuk teorisi ve pratiği içinde bulunan hukukçular tarafından da
sıkça ifade edilen ve halka “adaletsizlik veya geciken adalet “
olarak yansıyan bu sorunların tespiti ve çözümü konusunda uzmanlar
tarafından teorik ve pratik öneriler içeren çok sayıda öneri ve
çalışma hazırlanmış, her yeni adli yıl açılışında tekrar tekrar
gündeme getirilmiştir. Ancak devlete hakim olan zihniyet ve
anlayışta adalet öncelikli bir yere sahip olmadığı için, son
yıllarda hızlanan AB’ ne giriş sürecinin oluşturduğu dış baskıdan
kaynaklanan uyum çalışmalarına kadar bu alanda önemli bir adım
atılamamıştır. Mevzuatta son zamanlarda hızla önemli değişiklikler
yapılmasına rağmen uygulamaya yansıması sınırlı kalmıştır.
Gün geçtikçe ağırlaşan ve sayıları artan meseleleri
temel olarak iki kategoride değerlendirmek mümkündür. İlki
Türkiye’ deki mevcut sistem ve devlet anlayışından kaynaklanan,
yansımalarını yürürlükteki mevzuat ve yargı pratiğinde gördüğümüz
sorunlar, ikincisi ise personel, bina, araç, gereç ve eğitim
yetersizliği gibi adalete ayrılan bütçenin çok küçük olmasından ve
adalet mekanizmasının eskimesinden ve hantallaşmasından kaynaklanan
daha çok teknik özellikli sorunlardır. Ancak bu sorunları
birbirinden bağımsız olarak ele almak mümkün değildir. Mevcut
kurumsal yapıyı oluşturan (“hikmet-i hükümet” veya “devletin ali
menfaatleri “ gibi sözlerle ifadesini bulan ve milleti ikinci plana
iten) anlayışın öncelikleri içinde yargı mekanizmasının adaleti
sağlayacak işlerliğe getirilmesi yer almadığından, millete
hizmeti ve birey hak ve özgürlüklerinin korunmasını temel anlayış
haline getirecek zihniyet değişikliğine gitmeden kalıcı bir çözüm
mümkün gözükmemektedir. Başlangıçta ifade etmemiz gereken önemli
olgulardan biri de Türkiye’ deki adalet
mekanizmasının bizzat sorun üreten bir hale gelmiş olmasıdır.
1982 Anayasası güçler ayrılığı ilkesiyle, yasama,
yürütme ve yargının birbirlerini etkilemeden fonksiyonlarını icra
etmesini hedeflemiş, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığını ayrıca
güvencelere bağlamıştır. Yürütme ve özellikle yasama
faaliyetlerinin birey hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla
anayasaya uygunluk denetimi anayasa mahkemesi tarafından
yapılmak(tadır !) gerekir. Anayasa Mahkemesinin kuruluş gerekçesi
budur. Ancak mahkemenin kararları tersine bir süreç
izlemiştir. İlk bakışta anayasal bir demokrasinin en azından
asgari şartları sağlanmış gibi gözükse de, ne yazık ki uygulamayla
ilgili olarak merkezinde Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay
gibi yüksek mahkemelerin ve özellikle son zamanlarda YSK gibi
kurulların kararlarının olduğu yoğun tartışma ve endişeler vardır.
Bir tarafında devletin olduğu ihtilaflarda yüksek mahkeme
hakimlerinin tercihlerini her halükarda devletten yana koymaları,
özgürlükleri daraltıcı yorumlar yapmaları gerçekten anayasal bir
demokrasimiz var mı ? sorusunu sık sık gündeme getirdiğinden
“Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı “ sorununu, sebeplerini,
tarihi arkaplanını, adalet mekanizmasına yansımalarını ve çözüm
yollarını ele alacağız.
Yargı Bağımsızlığının Niteliği
ve Anlamı
Yargı bağımsızlığı yargının siyaset ve iktidara bağımlı
olmamasını ifade ettiğinden, bu mesele gündeme getirildiğinde, bir
kısım hukukçular hemen Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun
yapısının yargı bağımsızlığını zedelediğini belirtmekte ve sanki
sorunu bu kurulla sınırlı tutmaktadırlar. Kurulun tamamı hakimlerden
oluştuğunda yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının sağlanacağı
yargısı ne kadar doğrudur ? Belki bir adım ileri geçip, üyelerinin
tamamı hakimlerden oluşan Türkiye’ deki bütün üst derece
mahkemelerinin verdikleri kararların da adil ve hukuka uygun
olduğunu söyleyebildiğimizde...
Bilindiği gibi HSYK’ da Cumhurbaşkanı tarafından seçilen
5 Yargıtay ve Danıştay üyesi hakim ile kurula başkanlık eden Adalet
Bakanı ve Adalet Bakanlığı Müsteşarı görev yapmaktadır. Anayasa’ nın
159/4. Maddesine göre ise Hakimler ve Savcılar Yüksek kurulunun
kararları aleyhine yargı yoluna başvurulamaz hükmü getirilmiştir.
Kurula başkanlık eden Adalet Bakanı ve bakana bağlı olarak görev
yapan müsteşarın yürütme ve bürokrasinin içinde olmaları kurulun
bağımsız karar vermesini etkileyecek faktörler olarak
zikredilmektedir. Bu endişe haklıdır. Kurulun Adalet Bakanlığında
toplanması ve kendi sekreteryasının da bulunmaması önemli bir
sorundur. Ancak karar nisabı dikkate alındığında kuruldaki hakim
üyelerin sayısının çoğunlukta olması bu endişeyi hafifletecek bir
unsurdur. Üyelerinin tamamı hakimlerden oluşan Anayasa Mahkemesi,
Yargıtay ve Danıştay gibi üst mahkemelerin, özellikle devletin taraf
olduğu davalarda verdikleri kararların önemli bir kısmının toplum
vicdanında kabul görmemesi ve yargının siyasallaşması olgusunun ülke
gündemindeki yerini koruyarak halen tartışılması, meselenin bir
kurulun yapısıyla sınırlı olmadığını göstermektedir.
Sorunun kaynağını daha derinlerde; devletin
ideolojik yapısında, siyasi kültürümüzde, devletin hukuka biçtiği
rol ve bunun tarihi arka planında, hakimlerin hukuk birikimlerinin
ve kültürlerinin nasıl oluştuğunda ve üst mahkemelere hangi
kriterlerle ve nasıl seçildiklerinde aramak gerekir.
Yargı
bağımsızlığının gerekçesi, yargının kendisine verilen görevleri
yerine getirirken iktidar sahiplerinden gelecek müdahalelerden masun
olmasının sağlanmasıdır. Bu, anayasal-demokratik devlet anlayışının
doruk noktasıdır. Çünkü, herhangi bir harici etki veya baskıya karşı
korunmadığı sürece, hakim adaleti hukuka uygun olarak ve tarafsızca
dağıtacak bir - konumda değildir. Hakimin efendisi hukuk, yalnızca
hukuk olmalıdır. Yargının bağımsız olması özgürlüğün en büyük
güvencesidir.
Öyleyse, yargı bağımsızlığının amacı
adaletin sağlanmasına hizmet etmek
üzere
tarafsızlığın sağlanmasıdır. Anayasal devletlerde hakimlerin kesin
siyasal tarafsızlığa riayet etmeleri esastır. Çünkü, hukukun
otoritesi onun politik olmamasına bağlıdır, bu ise hakimlerin
bağımsız ve tarafsız olmalarını gerektirir. Türkiye'deki baskın
görüş, tarafsızlığın münhasıran davanın tarafları karşısındaki bir
yargı tutumu olarak anlaşılması yönünde olmakla beraber,
yargının devlete karşı tarafsız olmasına da en az sivil
yurttaşlar karşısındaki tarafsızlık kadar ihtiyaç vardır.
Bu anlamda tarafsızlığa olan ihtiyaç, Türkiye
gibi, ideolojik devletlerde çok daha belirgindir. Çünkü, hakimlerin
resmi ideolojinin tarafını tuttukları yerde adalet olmaz.
Hakimler iki
anlamda politik -yani tarafgir- olabilirler: (1) Dış etkilerden
kaynaklanan tarafgirlik, partiler, meclis ve hükümet gibi siyasi
kurumların yargı üzerinde güç kullanabilmelerinin sonucunda ortaya
çıkar. Bu tür tarafgirlik yargının siyasi iktidardan bağımsız
olmasını sağlayan kurumlar yoluyla büyük ölçüde gerçekleşebilir. (2)
Buna karşılık bir de bizatihi hakimlerin önyargı ve
sempatilerinden, özellikle de bunları yargısal karar verme sürecine
karıştırmalarından ileri gelen içsel tarafgirlik söz konusudur. Bu
da hakimlerin nasıl atandıklarından çok kimlerin hakim olarak
atandığıyla ve yargı/hukuk kültürüyle ilgilidir. Hakimler
arasında mevcut siyasi ve sosyal düzeni savunmaya eğilimli olma
anlamında muhafazakar bir tarafgirlik sıkça rastlanan bir durumdur.
Bu bazen hakimlerin geldikleri toplumsal tabanla ve aldıkları
eğitimle de yakından ilgilidir.
Ne var ki,
yargının kurumsal olarak bağımsız olması vatandaşlar karşısında
tarafsızlığın sağlanmasına esaslı bir katkı yapabilirse de,
hakimlerin devlet karşısında tarafsız davranacaklarını her zaman
garanti etmez. Hatta kimi zaman kurumsal bağımsızlık, cari
rejimden yana bir tarafgirliğin maskesi haline bile dönüşebilir.
Bu, ideolojik devletlerde olağan bir durumdur. Bu gibi devletlerde
hakimlerin kendilerini hukukun evrensel amaçları olan adalet,
özgürlük ve toplumsal barış ilkelerinden çok cari rejimin ideolojik
tercihlerini korumakla görevli saymaları genel bir eğilimdir. Bu da
hukuku gündelik politikanın basit bir aracı haline getirir.
Hakimlerin kendilerini halk adına yetki kullanan
bağımsız otoriteler olarak değil de, yerleşik kurumsal yapı
çerçevesindeki devletin bekçileri olarak görmeleri bir toplum için
akla gelebilecek en büyük tehlikelerden biridir.
Çünkü, "bekçi- hakim" nosyonu hukuk
adına son sözü söyleme yetkisinin kötüye kullanılması suretiyle,
statükonun onaylanması uğruna özgürlüklerin tahribinin yolunu açar.
Böyle bir durumda, Türkiye'de olduğu gibi, hukukun evrensel
gerekleriyle ve maruf tekniğiyle ilgisi olmayan, içinde hukuktan çok
politikanın yer aldığı, hatta siyasi parti bildirilerine benzeyen
sözde mahkeme kararları ile bile karşılaşılabilir. Bu, ne yazık ki,
Türkiye'de sıkça rastlanan bir durumdur. Oysa, bir anayasal
demokraside, herkes için nihai hak arama kapısı olan mahkemelerin
politik konjonktürden etkilenmeyeceklerini, ideolojik statükonun
aracı haline dönüşmeyeceklerini bilmek her görüş ve inançtaki
vatandaşlar için en büyük güvencedir.
Yargının varlık nedeni, kanunların uygulanmasından
dolayı ortaya çıkan anlaşmazlıkları gidermek ve bireyin haklarını
devlet karşısında korumaktır. Yargının bu işlevini yerine
getirebilmesi için, siyasal iktidardan bağımsız olması ve yargısal
iktidarını kullanabileceği bir özerklik alanına sahip olması
gerekir. Diğer yandan, bireyin hak ve özgürlüklerinin hukuksal
düzlemde korunması adil ve tarafsız bir yargı sisteminin varlığına
bağlıdır. Esasen yargı bağımsızlığı, tarafsız yargının gerekli,
fakat yeterli olmayan bir şartıdır. Yargılamada tarafsızlık,
hakimlerin dünya görüşü, içinde bulundukları sosyo-ekonomik ve
kültürel yapı gibi bir çok değişkene bağlı olduğu için
gerçekleştirilmesi çok daha zordur.
Yargı - Siyaset İlişkisi
Teoride birbirinden bağımsız olması gereken siyaset ve yargı,
gerçekte hiçbir zaman tam anlamıyla birbirinden ayrı olmamıştır.
Aslında bu, Nietzsche'nin "güç istenci" (will to power) olarak ifade
ettiği, iktidarın ayartıcılığı dikkate alındığında anlaşılabilir bir
durumdur. Siyasal iktidar, bazen kendisine ayak bağı olan yargıyı
denetlemek istemekte, yargısal iktidar da güç savaşında "ben de
varım" diyerek siyasete direnme ve müdahale etme eğilimi
taşımaktadır. Ancak, siyaset ve yargı arasında sürekli bir
çatışmadan bahsetmek yanlış olur. Tersine, siyaseti ve yargıyı da
içine alan sisteme hakim olan iktidar seçkinleri, çoğu kez bu iki
kurum arasında birbirini tamamlayıcı bir ilişki öngörürler.
Siyaseten üstesinden gelinemeyen ya da gelinmek istenmeyen işler,
yargıya havale edilir. Siyasal içerikli bu işlerin yargıya havale
edilmesi, zorunluluktan ve meşruluk kaygısından kaynaklanmaktadır.
Sözgelimi, yargı yoluyla siyasal
muhalefetin tasfiyesinin birbiriyle ilişkili iki amacı vardır: (a)
yapılan işin hukuka uygun, dolayısıyla
meşru olduğu, ve (b) tasfiye edilen siyasal hareketin ya da kişinin
hukuku çiğnediği, dolayısıyla gayri meşru olduğu izlenimini vermek.
Yargının siyasallaştığı iddiaları, hem yargıçların ne
yaptıkları konusunda ampirik bir gözlemi, hem de ne yapmaları
gerektiği konusunda normatif bir temenniyi yansıtmaktadır.
Bu temenni, yargıçların kararlarını, mümkün olduğunca, siyasi
görüşlerinin etkisinden uzaklaşarak vermeleri gerektiğini ifade
eder. Yargının siyasallaşmasının iki ciddi sonucu vardır.
Birincisi, siyasallaşan yargının güvenilirliğini kaybetme tehlikesi,
ikincisi ise yargının siyasete müdahalesiyle ortaya çıkan "siyasetin
yargısallaşması" sorunudur. Bu iki durumda da, güçler
ayrılığı gereği kendisine biçilen "siyasal iktidarı denetleyerek
özgürlükleri koruma" işlevini yerine getiremeyen bir yargının
meşruluk krizi ortaya çıkacaktır. Özellikle siyasetin
yargısallaşması, siyasal alanı muhalefete ve "siyasi zenci"lere
kapatarak demokratik rejimlerin karabasanı olan temsil krizine de
ebelik yapmaktadır. Temsil krizini aşmanın bilinen en etkili yolu
katılımdır. Siyasal katılım ise ancak herkesin kendi kimliği ve
farklılığıyla oyuna müdahil olduğunda anlamlıdır. "Farklı ol, bizim
gibi ol!" anlayışının hakim olduğu bir siyasal kültürde,
çoğulculuktan söz edilemez. Böyle bir siyasal iklimde ancak
hipokrasi yeşerebilir. "Öteki"nin "beriki"leşmeye zorlanması ve
muhalefetsiz bir demokrasi arayışı, beraberinde iki yüzlülüğü ve
maskeli bir sosyal/siyasal yaşamı dayatır. "Beriki"leştiğini ispat
için yüzündeki beyaz boyayı gösteren "siyasi zenci"ler de, "öteki"ne
damarlarındaki kanları değiştirmeden "beriki"leşemeyeceğini söyleyen
"siyasi egemen"ler de aynı büyük yalanı yaşamaktadır.
Bu
bilgilerin ışığı altında rahatlıkla şunu söyleyebiliriz;
Bugün Türkiye’ de yargı bağımsızlığı değil,
siyasetin bağımsızlığı tehlike altındadır. Siyasetin kendi
dinamiklerinden uzaklaştırıldığı, muhalefetten arındırıldığı,
siyasal alanın sınırlarının ve aktörlerinin yargısal iktidar
tarafından belirlendiği bir ortamda "siyasetin bağımsızlığı" sorunu
vardır. Bu sorunun doğal sonucu, iktidarın siyaseti terk etmesidir.
İktidarsız siyaset de tanım gereği patolojik bir durumu yansıtır.
Siyasetin vesayet altında olduğu böylesi bir durumda ne hukukun ne
de seçim ve oy gibi demokratik mekanizmaların itibarı olur.
YARGININ SİYASALLAŞMASI VE SİYASETİN YARGISALLAŞMASI
Yargı
ve siyaset ilişkileri çerçevesi içinde geçen yıllarda iki yeni
kavramlaştırılmaya gidilmiştir. "Siyasetin hukukileştirilmesi “ ve
“Hukukun Siyasallaşması” Önce siyasetin hukukileştirilmesi
kavramı ile anlatılmak istenenin üzerinde duralım.
Yargıçlar ve yargı yerleri, daha önce yasama ve yargı organlarına
ait kamu politikalarını oluşturma süreçlerinde etki sahibi
olabiliyor ve hatta belli alanlarda kamu politikalarının
oluşturulmalarını kendi egemenlikleri altına alıyorlarsa siyaset
alanının hukukileştirilmesinden söz edilebilir. Siyasetin
hukukileştirilmesinin iki farklı biçimi vardır. Bunlardan
birincisi, yargı yerlerinin doğrudan siyasete müdahalesi ,
ikincisi ise idari organların, kendi iç organizasyonlarındaki
karar alma ve müzakere süreçlerine yargı benzeri işlevleri dahil
etmesidir. Birinci türe en iyi örnek anayasa mahkemeleri ile
idare mahkemelerinin sisteme müdahalesi, ikinci türe en iyi örnekse
idarenin kendi yapısı içinde kurduğu yargı benzeri işlevler gören
komisyonlardır.
Hukukun siyasileştirilmesi ile anlatılmak istenen ise yargı yerleri
ile siyaset arasındaki farklı bir ilişki biçimidir. Hukukun
siyasileştirilmesi, yargı ile siyaset arasındaki çizginin
bulanıklaşması bakımından siyasetin hukukileştirilmesi ile
benzerlikler taşısa da, aslında oldukça zıt bir anlam içerir. Bir
kere hukukun siyasileştirilmesi, klasik yargı işlevine siyasi
karar alma tarzının sokularak, kararların hukuki araçlar yerine
siyasi kanaatlerle verilmesi demektir. Örneğin, çağdaş anayasal
demokrasilerde kişilerin yargılanmaları ceza hukuku ve ceza usul
hukukunun gereklerine göre yapılmalıdır. Yani fiilin kimin
tarafından yapıldığı kanıtlanmadan ve yasal temel ile fiil arasında
ilişki kurulmadan ceza verilemez. Siyasileştirilen bir hukuk
sisteminde ise kanaatler delillerin ve diğer hukuki araçların yerini
alır, bireyler fiilleri ile sınırlı olarak değil, siyasi
değerlendirilmeler sonucu suçlanırlar. Dolayısıyla, hukukun
siyasileştirilmesi, yargıçların önlerine gelen olaylarda hukuk
teknikleri ile değil siyasi gerekçelerle karar vermesini ifade eder.
Siyasetin hukukileştirilmesi, yargının siyasete, hukuk teknikleriyle
müdahale etmesi olduğu halde, hukukun siyasileştirilmesi bilinen,
yaygın kabul gören hukuk devleti uygulamalarından ayrılarak
gerçekleştirilir.
Siyasetin hukukileştirilmesi daha çok yerleşmiş demokrasilerde
tartışılan bir konudur. Klasik demokratik mekanizmaların
yetersiz kaldığı durumlarda toplumu derinden etkileyen ve yasama ve
yürütme organının müdahalede bulunmasının toplumda siyasi ya da
sosyal gerginlikler doğuracağı düşünülen sorunlara teknik bir boyut
kazandırılarak hukuk alanında çözüm aranması ihtiyacı ile ortaya
çıkmıştır. Siyasetin hukukileştirilmesinde, yargıçların kamusal
politikaların üretimine katılmaları söz konusudur. Hukukun
siyasileştirilmesi ise, demokrasileri henüz yerleşmemiş ülkelerde
başvurulan bir yöntemdir. Yargının hukuka müdahalesi, yargı
organlarının kendi insiyatifleri sonucu gerçekleşmez, zaten
genellikle bu insiyatifi kullanacak bağımsız bir yargı organının
varlığı da sözkonusu değildir. Ülke de siyasi iktidarın gücü
öylesine fazladır ki, mahkemeler iktidarın görüşlerine aykırı bir
karar vermeye çekinebilir ya da iktidar çeşitli yollarla yargıçlar
üzerinde etkili olarak kendi istekleri doğrultusunda yargı kararı
elde etmeye çalışırlar. Hukukun siyasileştirilmesinde amaç siyasi
çözümlerin hukuken meşrulaştırılmalarını sağlamak ve birey hak ve
özgürlüklerinin en önemli güvencesi olan yargı organını işlevsiz
bırakarak bireysel haklar konusunda son sözü söyleme yetkisini
siyaset alanında tutmaktır.
TÜRKİYE’ DEKİ
YARGI-SİYASET İLİŞKİLERİNİN TARİHİ SÜRECİ
Siyasetin Hukukileşmesi Bakımından
Cumhuriyet tarihimizde, 1923-1950 arasındaki dönemde demokratik bir
sistem henüz kurulmamıştır. Bu dönemde hukukumuz ve mahkemeler esas
olarak batı sistemleri esas alınarak oluşturulmaya çalışılmış ve bu
anlamda Avrupa hukuk sistemlerinin etkisi altında kalınmıştır.
Cumhuriyetin kurulmasından sonra hukukun kendi fonksiyonu olan
adaletin gerçekleşmesi yerine, devrimlerin yerleştirilmesinde bir
araç olarak kullanılmasının ön plana çıkması, bugün yaşadığımız
sorunların temel kaynaklarından biridir. Demokratik sisteme
geçilmemiş olması ve tek parti iktidarı mahkemelerin birey hak ve
özgürlüklerini korumaya yönelik işlevlerini tam anlamıyla yerini
getirmesini etkileyen faktörler olmuştur. Bu dönem için bırakın
yargı yetkisinin genişlemesini, klasik yargı işlevlerinin dahi tam
anlamıyla yerine getirildiğini savunmak oldukça zor olacaktır. Kaldı
ki, yeni cumhuriyet yöneticileri Rousseau’ cu egemenlik anlayışının
etkisi altında kaldığından, mahkemelerin yetkileri, özellikle de
siyasi iktidarla ilişkili olanlar sınırlı tutulmaya çalışılmış,
egemenlik yetkilerinin mecliste toplanmasına özen gösterilmiştir.
Mahkemelerin sistem içinde oynayacağı roller esas olarak 1950’ den
sonra, yani demokrasiye geçildikten sonra anlaşılmaya başlanmıştır.
1950’ nin özgürlükçü havası içinde, halkın haklı taleplerini dile
getiren bir parti olarak siyasi hayata giren ve ezici bir çoğunlukla
iktidarı ele geçiren Demokrat Parti, demokrasi deneyiminin
sınırlı olmasının getirdiği acemilikler nedeniyle yasaların
çıkarılmasında, özellikle 1950’ lerin sonlarında hak ve özgürlükleri
sınırlayıcı bir tutum içine girmiş ve Türkiye’ de yasama organının
işlemlerine karşı ne yapılabileceği sorunu ilk kez tartışılmaya
başlanmıştır. Bu dönemde böyle bir görevin Yargıtay tarafından
yerine getirilebileceği görüşü ileri sürülmüştür. Bir anayasal
düzenleme olmadığından, Yargıtay, tıpkı ABD’ de olduğu gibi,
kendini yetkilendirmek yoluyla yasaları denetleme yetkisini
kullanmaya sıcak bakmamış ve 1960 askeri darbesiyle yeni kurulan
demokrasi 10. Yılında yıkılmıştır. 1924
Anayasası’ nın Meclis işlemlerini denetleyecek bir organa
dolayısıyla çoğunluğun anayasayı ihlal eden işlemlerine karşı
başvurulabilecek bir yola yer vermemiş olması demokrasinin
yıkılmasının nedenlerinden biri olarak gösterilmiştir.
1960 askeri darbesini izleyen 1961 Anayasası dönemin Avrupa
anayasalarından etkilenmiş ve Avrupa’ nın yaşadığı deneyimler
sonucu, Kelsen’ in görüşlerinden etkilenerek geliştirdiği Anayasa
Mahkemesi modeli 1961 Anayasası’nı hazırlayanlar tarafından
benimsenmiştir. Böylece Türkiye’ de ilk kez yasama organının
işlemlerini denetleyen bir mahkeme kurulmuş ve yargının işlevi
genişlemiştir. Ancak, model olarak Avrupa devletlerindeki sistem
alınmakla birlikte, öz itibarıyla aynı şeyi söylemek mümkün
değildir. Bir kere, Anayasa Mahkemesinin oluşturulduğu 60'’lı
yılların başlarında, mahkemenin ilk hakimleri demokratik olmayan bir
dönemin olağanüstü mahkemelerinde görev yapanlar arasından
atanmıştır. Birey hak ve özgürlüklerini yasama organına karşı
savunmak amacıyla kurulan bir mahkemenin üyelerinin seçilmeleri
titizlik gerektiren bir konu olduğu halde, rejimin düşmanlarına
karşı korunması kaygısı ağır basarak üyeler hak ve özgürlüklerin
korunması dışındaki kaygılarla atanmışlardır. Bu durum mahkemenin
geleneğinin oluşmasında etkili olmuştur. Anayasa mahkemesi bugün
dahi bu erken dönem etkilerinin altındadır.
Anayasa Mahkemesi’ nin özellikle siyasi partilere, kimi hak ve
özgürlüklere ve iktisadi yaşama ilişkin yasalara karşı tutumu bu
erken dönemin izlerini taşımaktadır. Bu konularda mahkeme verdiği
kararlar ile zaman zaman “Hukukun siyasallaştırılmasına” örnek
teşkil eden tutumlar sergilemiş, bazı kararlarında ise hak ve
özgürlüklerin kullanımını aşırı sınırlandıran ve bir anayasa
mahkemesinin işlevlerine ters düşen anlayışları benimsemiştir.
Bunun en güzel örneği Mahkemenin son yıllarda verdiği iki siyasi
parti kapatma kararının AİHM tarafından AİHS ne aykırı bulunmasıdır.
Kendisi özgürlükleri koruma misyonuyla kurulmuş bir mahkemenin
kararlarının, özgürlükleri sınırlandırıcı ve bu konuda oluşturulmuş
evrensel düzenlemeleri ihlal edici bulunması düşündürücüdür.
Bir
başka sorun, mahkemenin askeri iktidar dönemlerindeki tavrıdır.
Anayasa mahkemesi, ne yazık ki ülkemizde yaşanan askeri iktidar
dönemlerinin en etkisiz kurumlarından biri olmuştur. Mahkeme, bu
dönemlerde adeta işlevlerini askıya almış, kararlarını asgariye
indirerek dönemin geçmesini beklemiştir. !980-1983 dönemi
incelendiğinde Anayasa Mahkemesi’ nin ne kadar az karar verdiği
görülecektir.
Bununla birlikte, Anayasa Mahkemesinin önemli bir işlevi üstlendiği
yadsınamaz. Ülkemizde yasama organının hukuki denetimini yapan tek
organ Anayasa Mahkemesi’ dir. Türkiye açısından sorun anayasa
mahkemesinin varlığı değil, kararlarının ne kadar birey hak ve
özgürlüklerinden yana olduğu sorunudur. Dolayısıyla, genel
olarak yargının siyasi alana müdahalesi sorunu ülkemizde daha
değişik bir boyutta ele alınmalıdır. Çünkü bizim sorunlarımız.
Sadece dünyadaki genel eğilime uygun olarak yasama organı aleyhine
giderek genişleyen yargı yetkileri değil, yargının ve özellikle de
Anayasa Mahkemesi’ nin temel hak ve özgürlükleri korumada gösterdiği
çekingen tutumlardır.
Yukarıda değindiğimiz gibi, anayasa mahkemelerinin asıl işlevi,
demokratik teoride demokrasinin en önemli zaafı olarak ele alınan
“Çoğunluk despotizmini “ engellemesi ve birey hak ve
özgürlüklerinin korunmasıdır. Anayasal yargı işlevini üstlenen
mahkemelerin siyasete müdahalesine bu amaçla izin verilmiştir.
Ancak, mahkemelerin bu yetkiyi kullanırken demokrasinin evrensel
gereklerine uygun davranmaları bir zorunluluktur. Aksi halde,
anayasal denetim yapan mahkeme, demokrasinin zaaflarını gidermek
yerine, kendisi yeni sorunlar yaratan ve birey hak ve özgürlüklerini
korumada zaafa düşen bir organa dönüşebilir.
Hukukun Siyasallaşması Bakımından
Türkiye, hukukun siyasileşmesi açısından sorunsuz bir ülke değildir.
Ara rejimler, askeri iktidar dönemleri ve olağanüstü hal
dönemlerinde hukukun siyasileşmesi ciddi bir sorun haline gelirken,
normal dönemlerde sorunun boyutları nispeten küçülmektedir.
Ancak, cumhuriyet tarihi boyunca bu sorun varlığını hep korumuştur.
Daha Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan İstiklal Mahkemelerinin
verdiği kararlar hukuki niteliklerinden çok “rejimin korunmasına”
yönelik siyasi nitelikleriyle anılmaktadırlar. Kurtuluş savaşı
döneminde olağanüstü şartlar için kurulmuş olan bu mahkemelerin
cumhuriyetin inşa döneminde kapatılmamaları, birey hak ve
özgürlükleri için 1924 Anayasasınca getirilmiş hukuki çerçeveye
aykırı sonuçlar doğurmuştur.
Cumhuriyet dönemi boyunca ve yakın zamanlara kadar süren bir başka
uygulama ise Danıştay’ ın kendi görev alanına girdiği halde belli
konularda karar vermekten çekinmesi ve hukuki denetleme yapmayı
reddetmesidir. İdarenin yargı yoluyla denetiminde yargı yerleri
tarafından getirilen kısıntıya hukukumuzda “hükümet tasarrufu “
denilmektedir. Yargı yerlerinin kendilerine kısıntı getirmesi
hukukun dolaylı olarak siyasileşmesine hizmet eder. Bir toplumdaki
bireylerin kendi hak ve hürriyetlerini koruyabilmeleri için en büyük
güvence yargı organına başvurma haklarıdır. Hukuka aykırı idari
kararların iptali sadece mahkemeler aracılığıyla olanaklı
olduğundan, mahkemelerin kendi görevlerini yapmaması, siyasi
organlara tam bir takdir yetkisi verilmesi anlamına gelir.
Hukukun siyasileştirilmesinin önemli örneklerinden biri hiç
kuşkusuz 1960 askeri müdahalesinden sonra kurulan Yassıada askeri
mahkemesi tarafından verilen kararlardır. Bu mahkemenin verdiği
kararlar sonucu Demokrat Parti siyasi olarak yargılanmış ve somut,
açık delillere dayanılmaksızın askeri bir darbeyle iktidardan
düşürülen başbakan Adnan Menderes mahkemenin kararı ile idam
edilmiştir. Türk demokrasi tarihinin belki de en ciddi
yüzkaralarından biri olan üç hükümet üyesinin idam kararlarının bu
iş için özel olarak kurulan ve hukuku uygulamakla görevli bir
mahkeme tarafından verilmiş olması Türk yargısına vurulmuş olan
büyük bir darbe olmuştur. Benzer nitelikteki kararların 1971 askeri
muhtırasından sonra oluşturulan özel nitelikli sıkıyönetim
mahkemelerinin verdikleri kararlarda da görmekteyiz. Bu dönemde, bir
hukuk devletinde olması gereken kurallara uyulmadan bir çok kişinin
özgürlükleri mahkeme kararlarıyla kısıtlanmıştır. 1980 askeri
müdahelesi sonucunda 1983’ e kadar süren askeri yönetim döneminde de
yine sikıyönetim mahkemeleri aracılığıyla hukuk devleti sınırlarını
aşan kararlar verilmiştir.
Türk hukuk tarihinde 1950 sonrası döneme baktığımızda, 1980’ lere
kadar hukukun siyasileşmesinde kurulan özel ve olağanüstü
mahkemelerin oynadığı rol ön plana çıkmaktadır.
Bu mahkemelerde sivil yargıçların yerine askeri yargıçların görev
alması ise herhangi bir hukuk devletinde görülebilecek bir durum
değildir. Hukukun siyasileşmesinde, olağanüstü ve özel mahkemelerin
oynadığı role ek olarak, bazı uzmanlık mahkemelerinin kuruluşlarının
ve uyguladıkları yargılama yöntemlerinin hukuka aykırı olması da
dikkate alınması gereken bir konudur. 1 Temmuz 1973 yılında kurulan
DGM’ leri, yargının hukuk devleti normları dışında işlemesine olanak
sağlaması nedeniyle Anayasa Mahkemesinin 15 Haziran 1976 yılında
verdiği bir kararla kapatılmıştır. Ancak, 1982 Anayasası döneminde
DGM yeniden kurulmuştur. DGM’ lerin hukuk devleti ilkesine ters
düşen en önemli yönü kuruluş biçimleridir. Üç yargıçla görev
yapan bu mahkemelerde üyelerden biri askeri yargı alanından
gelmektedir. Sivil bir mahkemede askeri yargıçların görev yapması
üstelik bu yargıçların atanma ve özlük işlerinin yargıç
güvencelerini etkileyecek biçimde gerçekleştirilmesi hukuk devleti
standartlarına aykırıdır ve hukukun siyasileşmesi tehlikesine yol
açar niteliktedir. Bu nedenle AİHM 9 Haziran 1998 gününde verdiği
bir kararla DGM’lerinde askeri yargıçların görev almasını AİHS’ ne
aykırı bulmuştur. Bu karar iç hukuka uygulanarak DGM’ lerindeki
askeri üye yargıç bir kanun değişikliğiyle DGM heyetinden
çıkarılmıştır.
1982 Anayasası yürürlüğe girdikten sonra ise yeni bir sorun daha
ortaya çıkmış, idarenin her türlü eylem ve işleminin denetimini
öngören ve 1961 Anayasası ile konulan ilkeye bir takım istisnalar
getirilmiştir.
1961 Anayasası’ nın hukuk devleti bakımından en önemli hükümlerinden
biri idarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolunun açık
olduğuna ilişkin düzenlemedir. 1982 Anayasası’ nın aynı konuyu
düzenleyen 125. Maddesinde ise yargı yolunu kapayan kurallar
bulunmaktadır. Bu anayasa ile, Cumhurbaşkanı’ nın tek başına
yapacağı işlemlere, Yüksek Askeri Şura kararlarına, Hakimler ve
Savcılar Yüksek Kurulu kararlarına karşı yargı yoluna gidilemeyeceği
anayasal hüküm haline getirilmiştir. Bu hüküm, belli idari işlem ve
eylemlerin yargı organları önüne gitmesini engellemek yoluyla
hukukun siyasileşmesine hizmet etmektedir ve bu durum
mahkemelerin katılımı olmaksızın doğrudan anayasal çerçeve ile
yaratılmaktadır. Bir hukuk devletinde normal olan her idari işlemin
hukuki denetime açık olmasıdır. Hukuki denetimden kaçırılan işlemler
salt siyasi nitelikte işlemler olarak kalabilmekte, idareye ancak
mahkemeler tarafından kullanılabilecek bir yetki olan kesin karar
verme yetkisi devredilmektedir. Mahkemeleri işlevlerinden yoksun
bırakmak hukuku siyasileştirmenin en kaba biçimlerinden biridir ve
bu kısıtlamalar hem hukuk devleti, hem de iç hukukumuzun bir parçası
olan AİHS’ ne aykırıdır. Bu konuyla ilgili olarak AİHM’ ne çok
sayıda dava açılmaktadır. Kaldı ki toplumun önemli bir çoğunluğu,
demokratikleşmenin önünde bir engel olarak duran
Yüksek Askeri Şura kararlarına karşı yargı yoluna
gidilmesi gerektiğini yukarıda belirttiğimiz kamuoyu araştırması
sonuçlarına göre % 57,3 oranında gerekli görmektedir. Yargı yoluna
gidilememeli diyenlerin oranı ise % 17,9’ da kalmıştır.
Türk hukuk sisteminde mahkeme kararlarının siyasileşmesinin tipik
örneklerinden biri de siyasi parti kapatma davalarıdır. Bu
davalara Anayasa Mahkemesi tarafından bakılmakta ve mahkeme parti
kapatma davalarında 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’ nun
hükümleri ile anayasal hükümlere başvurmaktadır. 1982 Anayasası’ nın
Geçici 15.maddesine göre 1980 ile 1983 arasında çıkarılan yasaların
anayasaya aykırılığı iddia edilememektedir. Siyasi Partiler Kanunu’
da bu dönem içinde çıkarıldığından, Anayasa Mahkemesi baktığı siyasi
parti kapatma davalarında yasa kurallarının hukuka aykırılığını
denetleyememektedir. Kaldı ki, Anayasa’ da siyasi parti kurma
özgürlüğünün düzenlendiği maddeler bu özgürlüğü oldukça sınırlayan
bir yapıda olduğundan Anayasa Mahkemesi özgürlükçü bir yorumu
Anayasa’ dan çıkaramamaktadır. Aynı sorun Anayasanın başlangıç kısmı
ile bazı temel maddeleri açısından da söz konusudur. Son olarak
Anayasa Mahkemesi üyeleri Anayasa’ yı hak ve özgürlüklerin
düzenlendiği evrensel hukuk düzenlemelerine uygun olarak yorumlama
yöntemini de benimsememekte, dar ve anayasanın lafzına sıkı sıkıya
bağlı bir yorum anlayışından yana tutum takınmaktadırlar.
Nedenleri ne olursa olsun son yıllarda artan siyasi parti kapatma
davaları Türk Demokrasisinin sağlıklı gelişimini engellemekte
Türkiye’ nin diğer demokratik devletler gözünde itibarını
düşürmektedir. Yukarıda bahsettiğimiz Avrupa Komisyonu ve Liberal
Düşünce Topluluğu ortak kamuoyu araştırması Türk toplumunun önemli
bir çoğunluğunun siyasi partilerin kapatılmasına karşı olduğunu
ortaya koymaktadır. Araştırmaya katılanların % 64,1’ i Türkiye’
de siyasi partilerin kapatılmasını onaylamadıklarını
belirtmişlerdir. Onaylayanların oranı ise sadece % 27,8’ dir.
Toplumun bu desteği de dikkate alınarak Siyasi Partiler Kanunu’ nda
özgürlükçü ve toplumun önünü açıcı değişiklerin yapılması ve siyasi
partilerin kapatılmasının şiddet öğesi bulunmadığı müddetçe önüne
geçilmesi gerekir.
Hukukun
siyasileştirilmesi açısından bir diğer önemli sorun, düşünce
özgürlüğü ve devlete karşı işlenen suçlar bağlamında ortaya
çıkmaktadır.
Yukarıda belirttiğimiz Avrupa Komisyonu ve Liberal
Düşünce Topluluğu ortak kamuoyu araştırması sonuçlarına göre,
devletin düşünce özgürlüğüyle ilgili davalarda mahkemelere baskı
yaptığına ilişkin toplumda yaygın bir kanaat oluşu sorunun somut
göstergesidir. Araştırmaya katılanların %
63,2’ si bu tür davalarda devletin mahkemelere baskı yaptığını, %
16,7’ si ise yapmadığını belirtmişlerdir.
Türk Ceza Kanunu’ dan 141, 142 ve 163. Maddelerin kaldırılmış olması
Türk Hukuku açısından büyük bir gelişme olmakla birlikte, düşünce
suçunun Terörle Mücadele Kanunu içinde yeniden düzenlenmesi ve Türk
Ceza Kanunu’ nun 312. Maddesinin yargı yerlerince somutlaştırılarak
yorumlanmaması sonucu bir çok kişi salt düşüncelerinden dolayı
mahkum olmuştur. Bu alanda hukukun siyasileşmesinin en çarpıcı
örneği Recep Tayyip Erdoğan ve Hasan Celal Güzel’ in durumudur.
Recep Tayyip Erdoğan okuduğu bir şiirden, Hasan Celal
Güzel ise yaptığı bir konuşmadan ötürü TCK 312. maddesiyle
yargılanıp mahkum edildiler ve cezalarını çektiler. Daha sonra bu
kişilerin fiillerini suç olmaktan çıkaran değişiklik yapıldı.
Anayasa Mahkemesi, Güzel'e ilişkin verdiği kararla, Güzel'in
eyleminin suç olmaktan çıktığını, bu nedenle bütün asli ve fer'i
cezaların ortadan kalktığını ve ceza infaz edilmiş olsa dahi hiç suç
işlememiş sayılacağını belirterek Güzel'e siyasetin yolunu açtı. Bu
durumda Güzel ile aynı durumda olan Erdoğan'ın da bu değişiklikten
yararlanması ve siyaset yaparken herhangi bir engelle karşılaşmaması
gerekirdi. Ancak YSK, TBMM'nin yaptığı değişiklikleri, Anayasa
Mahkemesi'nin kararını ve ceza hukukunun en temel ilkelerini gözardı
ederek Erdoğan'ın milletvekili olmak için yaptığı başvuruyu
reddetti. YSK Başkanı, kararın gerekçesini basına açıklarken hukukun
siyasallaşmasının doruğuna ulaştığını "....milletin ve devletin
menfaati, ....Dumlupınar’ı, 30 Ağustos’ı ve Kurtuluş Savaşı'nı
unutmamalıyız..." sözleriyle göstermiş oldu.
Ceza hukukunun
evrensel ilkelerine uyularak karar verilmeyen böyle durumlarda ,
yukarıda da belirttiğimiz yargının meşruiyeti krizi ortaya çıkmakta
ve demokrasinin olmazsa olmaz şartları zedelenmektedir.
SONUÇ ve ÇÖZÜM
Görüldüğü gibi, 1980’ lerden sonra hukukun siyasileşmesi ile ilgili
sorunların önemli bir kısmı yasal çerçevenin yetersizlikleri ve
demokratik ülkelerdeki hukuk devleti standartlarına uygun
olmamasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, daha önceki
dönemlerdeki hukukun siyasileşmesiyle ile ilgili örneklerin çoğu
olağanüstü dönemlerde ortaya çıkarken, 1982 Anayasası’ndan sonraki
dönemde hukukun siyasileştirilmesinde bizzat anayasanın ve yasal
düzenlemelerin katkıda bulunduğunu söylemek yanlış olmaz. Anayasal
ve yasal çerçevenin yetersizliklerine bir de Anayasa Mahkemesi
üyelerinin devleti koruma refleksleri ve yasama organının gerekli
değişiklikleri bir an önce gerçekleştirmeye isteksiz olması
eklenince sorun son yıllarda daha ciddi bir boyut kazanmıştır
Yukarıda anlatılanlar ışığında, hukukun siyasileştirilmesi
(siyasallaşması) ve siyasetin hukukileştirilmesi konularında
Türkiye’ nin henüz demokratik bir hukuk devletinin standartlarına
ulaştığı söylenemez. Anayasal demokrasiler, tüm birey hak ve
özgürlüklerinin korunması için gerekli özeni gösteren, vatandaşları
arasında hiçbir ayırım yapmayan ve hiçbir kesime ayrıcalık
tanımayan, tüm devlet organlarının hukuk devleti ilkesine uygun
olarak faaliyet gösterdiği rejimlerdir. Tüm bu özelliklerin
korunması yargı organlarının sorumluluğu altındadır. Yargıtay,
Danıştay ve Anayasa Mahkemesi Türk hukuk sisteminde hukuka uygunluk
denetimi yapan ana organlardır ve kararları demokrasimizin
geleceğini belirleyecek güçtedir. Ancak onları da bağlayan anayasal
ve yasal çerçeveyi ihmal edemeyiz. Yargının öncelikli
sorunlarından olan hukukun siyasallaşması, ancak hukuk devleti
ilkesinin tam olarak uygulandığı bir anayasal çerçeve, anayasal
ilkelere uygun olarak çıkarılan yasalar ve hukuk devleti ilkesini
her şeye, gereğinde “devletin ali menfaatlerine” rağmen koruyan
bağımsız, etkin, birey hak ve özgürlüklerini en üstte tutan mahkeme
ve hakimler ile çözüme kavuşturulabilir. Gerek son yapılan seçim
sonuçları, gerekse Avrupa Komisyonu ile Liberal Düşünce Topluluğunun
ortaklaşa yaptıkları kamuoyu araştırmasının sonuçları toplumun talep
ve beklentilerinin de bu doğrultuda olduğunu göstermektedir.